9 Eylül 2009 Çarşamba
Ardıçkuşu mu! O eskidendi, şimdi adı çöpkuşu...
Tahta kaşıkların öyküsünü biliyor musunuz?
İnternet yoluyla gelen mesajlardan birini paylaşmak istiyorum sizinle. Bilmiyorum beni çok duygulandırdı. Üstelik bilmediğim şeyler öğrendim. İşini severek yapan insanların hangi koşul altında olursa olsun mutluluktan paylarını aldıklarını bir kere daha hissettim belki.
Konumuz tahta kaşıklar. Kimbilir kaçımız sokakta bir sepet içinde tahta kaşık satan birini görmüşüzdür. Ve tahmin ediyorum ki çoğumuz “alt tarafı tahta kaşık” deyip geçmişizdir. Bazı kadınlar teflon tavalarını metal kaşıkla zedelememek için üstelik müthiş pazarlıklar yaparak satın almışlardır bu kaşıklardan.
Peki ama bu kaşıklar hangi ağaçtan yapılır, ne kadar dayanır, insan hayatına ne kadar etki eder hiç düşünmüş müdür? İşte başından geçeni yazan okurun kaleminden bir tahta kaşık ustasının duygulandıran öyküsü;
Ankara’da işim uzamıştı... İstanbul’a dönüş için aldığım biletimi değiştirmem gerekiyordu. Öğle arasında Sıhhiye’deki otobüs yazıhanesine gidip biletimi erteletmek için acele ediyordum. Kalabalıkta koşarak yazıhaneye ulaşmaya çabalarken çarpıştık o yaşlı adamla. Sendeledi; elindeki büyük sepette bulunan tahta kaşıklar, maşalar yola saçıldı.
Zabıtadan kaçıyordu belki
Sanırım o da belediye zabıtasından kaçıyordu. Kısa süren şaşkınlıktan sonra adamın kalkmasına, yola saçılanları toplamaya yardımcı oldum. Heyecanlanmış, rengi solmuş, nefes nefese kalmıştı. Sakinleşmesi için koluna girip yol kenarındaki banka oturmasını sağladım. Savrulan kaşık ve maşaları toplayıp ben de yanına oturdum. Sepetten dağılanları yerine dizip bir yandan da “bırakmıyor şu belediye zabıtaları üç kuruş para kazanalım. Eve katkımız olsun” diyerek söyleniyordu. Tahta kaşıkları dizmesine yardım etmeye çabalarken “Dur hele, şimşir ve ardıç olanları diğerlerine karıştırma” diyerek engel oldu.
“Kaşıklar bir olur mu?”
- Hepsi tahta kaşık işte, ne fark eder?
- Olur mu beyim? Şimşir ve ardıç ile ıhlamur, gürgen bir olur mu?
- Bilmem. Görsem ağaçlarını bile tanımam herhalde. Ne fark var aralarında?
Eline aldığı kaşıklardan birinin sırtını parmaklarıyla okşayarak bana doğru uzattı:
- Ardıç, şimşir sert ağaçtır. Kolay bırakmaz kendini, işleyesin. Zordur ardıçtan kaşık çıkarmak... Ama evlâdiyeliktir. Senelerce kullanırsın. Ihlamur gürgen ise yumuşaktır. Kolay işlersin ama çabuk yumuşar, dayanmaz.
Daha sonra Sivas’ın Hafik ilçesinde çiftçilik yaptığını, sağlık sorunları nedeniyle kızının yanına Ankara’ya yerleştiğini, evin geçimine katkısı olsun diye kaşık ve maşa yapıp işportada sattığını anlattı. Özellikle ardıç ağacının zor bulunduğundan yakındı. Elindeki maşayı eliyle okşayarak
“Ardıç kuşu ağacını terk etti. Bir araya gelmeleri çok zor, artık” dedi.
“Ardıç kuşunu bilir misin?”
Anlamamış gözlerle bakmış olacağım ki açıklama yapma ihtiyacı duydu:
- Beyim, ardıç kuşunu bilmez çoğumuz. Bilenler de unuttu, gitti. Ardıç ağacı yabanidir. Öyle tohumundan üretemezsin, çeliklemeyle de olmaz. Ağacın üremesi meyvelerinin ardıç kuşu tarafından yenilip pisliği ile atılmasına bağlı. Ağacın tohumu ancak o zaman filizlenebilir hale gelir.
- Yani bu kuş olmazsa ardıç ağacı üreyemiyor, öyle mi?
- Evet, aynen öyle. Bunlar biri birine mahkûm sevdalılardı.
- Peki, sonra ne oldu, kuşlar mı azaldı?
- Kuşlar azalmadı, hatta çoğaldılar bile. Ama şehirler büyüdükçe çöplükleri de büyüdü. Kuşlar ardıcın meyvelerini yemektense çöplükten beslenmenin daha kolay olduğunu keşfettiler. Ardıç kuşu ağacını unuttu. Şimdi kentlerin kasabaların çöplüklerinde yaşıyorlar. Ardıç ağaçları ise kayboluyor gözümüzün önünden.
Mezarda da arkadaş
Elindeki kaşığı, diğerlerinin arasına yerleştirdi. Sepetine tekrar göz atıp çıkardığı maşayı bana doğru uzattı:
- Bak bu ardıç. Çürümez, nemlenmez. Eskiden ölüleri gömdükten sonra mezarlara konulurdu. Çürümediği için mezar çökmezdi. Son yolculukta arkadaştı, insanlara. Şimdi kıymete bindi. Mezarlarda yumuşak ağaçları kullanıyorlar.
- Olsun, aynı işi gördükten sonra varsın dayanıksız olsun.
- Şehirliler de hep senin gibi konuşuyor beyim. Herkes ardıç kuşu gibi zahmet çekmektense çöplükten kolay geçinmenin, kolay yaşamanın yolunu arıyor. Ardına bakmıyor. Çocuklarım bile kasabada yanımda kalmaktansa ardıç kuşu gibi şehirde daha kolay yaşandığını görüp uçup gittiler. Sorsan hallerinden çok memnunlar. Ama geride bıraktıklarını bilmiyor, görmüyorlar.
- Sonunda sen de gelmişsin işte şehre! Buradan medet umuyorsun.
- Ama ben ardımda kalanların farkındayım. Şehirde emeğin hiç değeri yok. Her şey bol, kolay ve ucuz. Biraz paran olsun emek vermeden yaşayıp, geçip gitmek mümkün bu şehirde.
- Ne var bunda, şehirler hep böyle?
“Şehirde sevgi yok”
Sustu bir süre. Kafasını sağa sola sallayıp kendi kendine söylendi:
- Sevgi yok beyim. Şehirde sevgi yok! İnsan emeğini sever. Ben bu kaşıkları tek tek elimde yapıyorum. Beğeninceye kadar uğraşıyorum. Kızımın evine katkım olsun diye satıyorum ve bu beni mutlu ediyor. Elimin emeğinin beğenilip bir yerlerde kullanıldığını bilmek hoşuma gidiyor. Şehir insanı ise emek vermediği için sevmesini de bilmiyor. Ardıç kuşu gibi yaşıyor, semiriyor, ürüyor ama geride kalan ardıç ağacının çektiği acıyı bilmiyor, görmüyor... Görse bile anlamıyor.
Bir süre daha konuşmadan oturduk o bankta. Ardıç ağacından yapılmış bir çift kaşık satın almak istedim. Sepetine göz atıp seçtiği kaşıkları gazete kâğıdına sarıp uzattı. Söylediği fiyattan fazla para vermek istedim; ederinden fazlasını almadı. Sepetin ipini omzuna atıp, kucakladı. Helâlleştik. Sıhhiyeye doğru ağır adımlarla yürüyerek şehrin kalabalığında gözden kayboldu.
.
ALINTI: "Tahta kaşıkların öyküsünü biliyor musunuz?" - Can Ataklı / Vatan
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder